22 Temmuz 2020 Çarşamba

Kaşlı Yüzük




                                    KAŞLI YÜZÜK



Kara tren usul usul süzülüyordu, kıvrım kıvrım yamaçların sırasınca. Çelik tekerler dünyanın ne yükü varsa altına alıp ezecekmişçesine dövüyordu altındaki demirden yolu. Çile taşıyan, hüzün taşıyan, ayrılık taşıyan vagonlar hüznün yuvasına gidiyordu sanki.
Vagonlardan birinin kapısı açıldı içeriye başında demiryolu şapkası, üstünde ütülü demiryolu elbisesiyle kondüktör girdi. Ve ilk kapısını açtı kuşetli vagonun. İçine düştüğü hayallerin yamacından yuvarlandı sanki o sırada. “Evet delikanlı bilet?” sesiyle adeta sıçrayarak kendine gelmişti. Öyle bir sıçrayış ki, zavallı kondüktör bile pişman olmuştu bilet sorduğu için. Karşısında oturan, gömleğini en üst düğmesine kadar iliklemiş kasketli adam tuhaf tuhaf baktı ona. Kasketlinin yanındaki yaşmaklı kadın biraz acımıştı bu haline, belli oluyordu kısılmış gözlerinden. Elbisesinden, tavrından büyük rütbeli bir memur olduğu belli olan yanındaki şişman kravatlı adam ise hiç umursamaz biçimde sadece başını ona doğru çevirdi o kadar. Oysa tahta valizinde birkaç çamaşır, birkaç kitap dışında bir şeyi olmadığını bileselerdi bu genç adamın bir öğrenci olduğunu tahmin etmeleri zor olmazdı.  Hem de yoksul bir üniversite öğrencisi.
Delikanlının az önce umutsuz, çaresiz bir düşün içine gömülmesinin baş sebebi işte bu yoksulluk, daha doğrusu bu yoksulluk içinde bir öğrenci olmasıydı. Okul tatil olmuştu ve şimdi köyüne, hayatta tek varlığı olan anacığına gidiyordu. Babasını çocuk yaşta kaybetmişti. Anacığı dişini tırnağına takıp okutmuş ve büyük adam olsun diye yollamıştı koca şehre okumaya. Yoksa hiç yollar mıydı tek başına.  İstanbul’da hukuk okuyordu ve ikinci senesi bitmişti. Hem okumuş hem de bir giyim mağazasında yarı zamanlı çalışmıştı sene boyu. Çalışıp biriktirdiği parayı bez cüzdanında ceketinin cebine koymuş annesine götürecekti, üstelik bir de kaşlı yüzük almıştı annesi için. Onu İstanbul’a gönderirken yol parası yapmak üzere annesinin bozdurduğu yüzükten.
Yol uzun, yol kasvetli, zaman cıva gibi ağırdı. Aklında hep yıllarca çektiği yoksulluk ve birbirinin aynısı çetin yıllar vardı. Biriktirdiği parasıyla annesine bir inek almak istiyordu, süt sağımlık bir besili inek.
Güzel bir hayaldi aslında, parasını Ankara’da verilen molada kaptırmasaydı elbette. Nasıl olduğunu anlayamamıştı bile. Yarım saat mola vermişti tren, aşağı indi elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı akşam namazını kıldı mescitte. Gar biraz kalabalıktı ve lavaboya giden yolda insanlar öbek olmuştu. O kalabalıktan çıkmış, namazdan sonra da oyalanmadan binmişti trene. Oysa yapmaması gereken bir şey yapmıştı. Ceketini trende bırakmıştı aşağı inerken. Hem hava sıcak olduğundan hem de abdest alırken kolaylık olsun diye yanına almamıştı. Trene bindiğinde ceketini koltuğundan aldı ama bıraktığı gibi durmadığını fark etti. Birden yüreğine, kor alevin üzerine dökülen suyun soğukluğu değdi. Eliyle yokladı cebini, yoktu işte yoktu cüzdanı yerinde. Hemen gardaki memurlara koştu, “Efendim, cüzdanımı kaybettim. Sanırım çaldılar” dedi bir görevliye. Rengi bembeyaz olmuştu, gözleri irileşmişti. Görevli memur hemen oradaki polis bürosuna yönlendirdi bu genci. “Lütfen amirim yardımcı olun” diye yalvardı çaresizce içi yanarak.
“Hele bir otur anlat bakalım” dedi polis memuru, karşısındaki boş sandalyeyi işaret ederek. Gözlerinde samimi bir güven ve kendisine itimat ettiğini belli eden bir bakışla. “Nerede kaybettin, nasıl kaybettin bir anlat, içinde paran pulun neyin vardı bi de hele”. Ne anlatsın ki zavallı, her şeyi olduğu gibi anlattı. Gardaki kalabalığı, abdest almaya gidişini, ceketini trende bırakışını. Şefkatli bir baba gibi dinledi orta yaştaki polis şefi onu. Hemen trendeki ve gardaki herkesin üzerinin aranması için emir verdi. Fakat bütün çabalara rağmen bulamadılar zavallı delikanlının parasını. Tren epey beklemişti gardaki bu olaydan dolayı. Herkes yerine oturdu, delikanlı da kendi yerine oturdu. Ankara’da yeni yolcular binmişti, kompartımana.
“Delikanlı senin yolculuk nereye?” diye sordu, karşısındaki koltukta oturan kasketli adam. Ses vermedi, çünkü onu duymadı bile. Boş boş dışarıya, rayların kenarındaki tarlalara, tepelere nehirlere bakıyordu. Gencin yanında oturan kravatlı adam onun bu tavrından hoşnut olmadığı belli olan haliyle kasketliye “Ankara’dan beridir sesi çıkmıyor, hırlı mıdır, hırsız mıdır belli değil” dedi. “Gariban biri belli ki, kim bilir ne derdi vardır. Biz de Ankara’ya hanımın tedavisi için gelmiştik, şimdi memlekete Sivas’a gidiyoruz”
“Geçmiş olsun” dedi kravatlı adam. “Ben de maliye müfettişiyim, Erzurum’a gidiyorum. Ayaklarım romatizmadan dolayı şişiyor diye otobüs ve uzun yolda otomobil yolculuğu yapamıyorum. Tren de hiç değilse arada bir yürüyorum da ayaklarım açılıyor” dedi.
Sabahın ilk ışıklarıyla Sivas’a vardı tren. Kasketli adam ve karısı indi aşağıya. Şimdi odada müfettiş ile delikanlı kalmıştı sadece. Yolda okumak için küçük bez çantasında yanına aldığı kitabını okumaya koyuldu delikanlı. Sanki kederli hali biraz olsun dağılmış, biraz daha açılmıştı.
“Yolculuk ne yana genç adam” dedi müfettiş. “Erzurum’a efendim” diye cevapladı. Müfettiş hem gencin konuşmaya katılması hem de Erzurum’a kadar beraber olacakları için memnun oldu. “Öğrenciyim İstanbul Üniversitesin’ de okuyorum, tatili anacığımla geçirmek üzere köyüme gidiyorum” dedi. “Erzurum’un neresi?” artık biraz daha güven ve şefkat duyarak sordu kravatlı adam. “Pasinler efendim”.
      Uzun uzun sohbet ettiler, yanlarındaki yiyecekleri bölüştüler. Genç adam Ankara’da başına gelen hadiseyi de anlatmıştı müfettişe. Müfettiş üzüldü onun bu haline, ona söylemedi ama bir şeyler yapmayı düşünüyordu içinden.
Nihayet Erzurum istasyonuna gelince yüksek perdeden düdüğünü öttürdü tren. Müfettiş vedalaştı delikanlıyla, “Üzülme evlat, bunda da bi hayır vardır belki. Hem dünya malı üzülmeye değmez canın sağ olsun, senin sağ salim eve gitmenden başka ne ister annen” dedi son kez. “Sağ olun efendim çok iyi kalplisiniz teşekkür ederim” dedi adama. 
Pasinler’de indiğinde ikindi vakti serinliği çökmüştü güzel şehrin üstüne, hemen köyün minibüsünün olduğu yere gitti elinde valiziyle. Köylülerle tokalaştı, sarıldı selamlaştı. Eve geldiğinde annesi büyük bir sevinçle karşıladı onu. Sarıldı sarıldı, hasretini boğarcasına, kederini yok edercesine özlemini giderene kadar sarıldı. Büyük hazırlıklar yapmıştı annesi, en sevdiği yemekleri yapmış, evin her yanını bayram yerine çevirmişti sanki kadıncağız.
 “Yavrum neyin var, geldiğin günden beri canın sıkkın moralin bozuk gibi, hayrola” dedi annesi taze demlediği, tarlaların kenarlarında öbek öbek açan çiçeklerin kokusunu burnunda hissettiren çayından doldururken. Köye geleli üç gün olmuş, delikanlı tarlaya, bağa bahçeye koşturuyor annesinin işlerini hafifletiyordu. Ama aklında hep o talihsiz olay vardı, bir türlü atamıyordu içinden.
“Bir şey yok, anne” diyecekti ama annesinin inanmayacağını biliyordu. Anlattı bir bir, başına gelenleri. Hiçbir şeye üzülmüyordu da annesi için aldığı yüzüğe çok içerliyordu. Anacığı başını öptü usulca, sarıp göğsüne dayadı. “Yavrum benim, kara gözlüm, Yusuf yüzlüm senin eve sağ salim dönmenden, yanımda olmandan başka ne isterim ben. Dünya malına üzülme, hem yarın bir gün avukat olacaksın, büyük adam olacaksın o günlerini de göreyim bu bana yeter” dedi, sarıldı ana oğul birbirine.
Ertesi gün muhtar geldi evlerine, köyün tek okuyanı o olduğundan ayrı bir saygı görüyordu herkesten. Köylü bir karar alacağı zaman ona da danışır “Ne de olsa mektep görmüş, hukuk bilir adamdır” diyerek ondan tavsiye isterdi. Muhtarla birlikte çay içtiler, havadan sudan, köyden şehirden konuştular. Sonunda muhtar elindeki zarif bir kutuyu ona verdi. Değerli bir kutu olmasa da içinde kıymetli bir şey olduğu belli oluyordu. “Nedir bu?” diye sordu. Muhtar; “Bugün öğlene doğru biri bizim minibüsçü Mehmet’e, sana vermesi için teslim etmiş bunu. Takım elbiseli, düzgün tıraşlı biriymiş, adını filan söylememiş. Sen tanırsın belki”
Kutuyu koca bir merakla, hızlı hareketlerle açtı. Bir kâğıt düştü önce, sonra bir küçük kuyumcu kutusu çıktı kutudan. Onu da açtı, yüreğinden bir volkanın taşmasını andıran mutlu sıcaklık hissetti. Küçük kutunun içinden kaşlı bir burma yüzük çıktı. Anacığı için aldığı yüzüğün aynısıydı hem de. Hemen yere düşen kâğıda eğildi açtı, okudu. “Bu memleketin dürüst avukatlara, doktorlara, öğretmenlere ihtiyacı var. Hırsızı kınama, onun yetiştiği sistemi düzeltmek için çabala. Yüzüğe gelince ilerde avukat olunca, zor durumda kalan birine yardım ettiğinde ödeşmiş olacağız.” En altta gönderen ismi yazıyordu. Muhtar şaşkın şaşkın bir yüzüğe bir ona bakıyordu, o ise anlamıştı bu yüzüğü uzun tren yolculuğunda tanıştığı müfettişin gönderdiğini.










Cüneyt Çolak


              


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder