KAŞLI YÜZÜK
Kara tren
usul usul süzülüyordu, kıvrım kıvrım yamaçların sırasınca. Çelik tekerler dünyanın
ne yükü varsa altına alıp ezecekmişçesine dövüyordu altındaki demirden yolu.
Çile taşıyan, hüzün taşıyan, ayrılık taşıyan vagonlar hüznün yuvasına gidiyordu
sanki.
Vagonlardan birinin kapısı açıldı içeriye başında demiryolu
şapkası, üstünde ütülü demiryolu elbisesiyle kondüktör girdi. Ve ilk kapısını
açtı kuşetli vagonun. İçine düştüğü hayallerin yamacından yuvarlandı sanki o
sırada. “Evet delikanlı bilet?” sesiyle adeta sıçrayarak kendine gelmişti. Öyle
bir sıçrayış ki, zavallı kondüktör bile pişman olmuştu bilet sorduğu için.
Karşısında oturan, gömleğini en üst düğmesine kadar iliklemiş kasketli adam
tuhaf tuhaf baktı ona. Kasketlinin yanındaki yaşmaklı kadın biraz acımıştı bu
haline, belli oluyordu kısılmış gözlerinden. Elbisesinden, tavrından büyük
rütbeli bir memur olduğu belli olan yanındaki şişman kravatlı adam ise hiç
umursamaz biçimde sadece başını ona doğru çevirdi o kadar. Oysa tahta valizinde
birkaç çamaşır, birkaç kitap dışında bir şeyi olmadığını bileselerdi bu genç
adamın bir öğrenci olduğunu tahmin etmeleri zor olmazdı. Hem de yoksul bir üniversite öğrencisi.
Delikanlının az önce umutsuz, çaresiz bir düşün içine gömülmesinin baş sebebi
işte bu yoksulluk, daha doğrusu bu yoksulluk içinde bir öğrenci olmasıydı. Okul
tatil olmuştu ve şimdi köyüne, hayatta tek varlığı olan anacığına gidiyordu.
Babasını çocuk yaşta kaybetmişti. Anacığı dişini tırnağına takıp okutmuş ve
büyük adam olsun diye yollamıştı koca şehre okumaya. Yoksa hiç yollar mıydı tek
başına. İstanbul’da hukuk okuyordu ve
ikinci senesi bitmişti. Hem okumuş hem de bir giyim mağazasında yarı zamanlı
çalışmıştı sene boyu. Çalışıp biriktirdiği parayı bez cüzdanında ceketinin
cebine koymuş annesine götürecekti, üstelik bir de kaşlı yüzük almıştı annesi
için. Onu İstanbul’a gönderirken yol parası yapmak üzere annesinin bozdurduğu
yüzükten.
Yol uzun, yol kasvetli, zaman cıva gibi ağırdı. Aklında hep
yıllarca çektiği yoksulluk ve birbirinin aynısı çetin yıllar vardı.
Biriktirdiği parasıyla annesine bir inek almak istiyordu, süt sağımlık bir
besili inek.
Güzel bir hayaldi aslında, parasını Ankara’da verilen molada
kaptırmasaydı elbette. Nasıl olduğunu anlayamamıştı bile. Yarım saat mola
vermişti tren, aşağı indi elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı akşam namazını kıldı
mescitte. Gar biraz kalabalıktı ve lavaboya giden yolda insanlar öbek olmuştu.
O kalabalıktan çıkmış, namazdan sonra da oyalanmadan binmişti trene. Oysa
yapmaması gereken bir şey yapmıştı. Ceketini trende bırakmıştı aşağı inerken.
Hem hava sıcak olduğundan hem de abdest alırken kolaylık olsun diye yanına
almamıştı. Trene bindiğinde ceketini koltuğundan aldı ama bıraktığı gibi
durmadığını fark etti. Birden yüreğine, kor alevin üzerine dökülen suyun soğukluğu
değdi. Eliyle yokladı cebini, yoktu işte yoktu cüzdanı yerinde. Hemen gardaki
memurlara koştu, “Efendim, cüzdanımı kaybettim. Sanırım çaldılar” dedi bir
görevliye. Rengi bembeyaz olmuştu, gözleri irileşmişti. Görevli memur hemen
oradaki polis bürosuna yönlendirdi bu genci. “Lütfen amirim yardımcı olun” diye
yalvardı çaresizce içi yanarak.
“Hele bir otur anlat bakalım” dedi polis memuru, karşısındaki
boş sandalyeyi işaret ederek. Gözlerinde samimi bir güven ve kendisine itimat
ettiğini belli eden bir bakışla. “Nerede kaybettin, nasıl kaybettin bir anlat,
içinde paran pulun neyin vardı bi de hele”. Ne anlatsın ki zavallı, her şeyi
olduğu gibi anlattı. Gardaki kalabalığı, abdest almaya gidişini, ceketini
trende bırakışını. Şefkatli bir baba gibi dinledi orta yaştaki polis şefi onu.
Hemen trendeki ve gardaki herkesin üzerinin aranması için emir verdi. Fakat
bütün çabalara rağmen bulamadılar zavallı delikanlının parasını. Tren epey
beklemişti gardaki bu olaydan dolayı. Herkes yerine oturdu, delikanlı da kendi
yerine oturdu. Ankara’da yeni yolcular binmişti, kompartımana.
“Delikanlı senin yolculuk nereye?” diye sordu, karşısındaki
koltukta oturan kasketli adam. Ses vermedi, çünkü onu duymadı bile. Boş boş
dışarıya, rayların kenarındaki tarlalara, tepelere nehirlere bakıyordu. Gencin
yanında oturan kravatlı adam onun bu tavrından hoşnut olmadığı belli olan
haliyle kasketliye “Ankara’dan beridir sesi çıkmıyor, hırlı mıdır, hırsız mıdır
belli değil” dedi. “Gariban biri belli ki, kim bilir ne derdi vardır. Biz de
Ankara’ya hanımın tedavisi için gelmiştik, şimdi memlekete Sivas’a gidiyoruz”
“Geçmiş
olsun” dedi kravatlı adam. “Ben de maliye müfettişiyim, Erzurum’a gidiyorum.
Ayaklarım romatizmadan dolayı şişiyor diye otobüs ve uzun yolda otomobil
yolculuğu yapamıyorum. Tren de hiç değilse arada bir yürüyorum da ayaklarım
açılıyor” dedi.
Sabahın ilk
ışıklarıyla Sivas’a vardı tren. Kasketli adam ve karısı indi aşağıya. Şimdi
odada müfettiş ile delikanlı kalmıştı sadece. Yolda okumak için küçük bez
çantasında yanına aldığı kitabını okumaya koyuldu delikanlı. Sanki kederli hali
biraz olsun dağılmış, biraz daha açılmıştı.
“Yolculuk ne
yana genç adam” dedi müfettiş. “Erzurum’a efendim” diye cevapladı. Müfettiş hem
gencin konuşmaya katılması hem de Erzurum’a kadar beraber olacakları için
memnun oldu. “Öğrenciyim İstanbul Üniversitesin’ de okuyorum, tatili anacığımla
geçirmek üzere köyüme gidiyorum” dedi. “Erzurum’un neresi?” artık biraz daha
güven ve şefkat duyarak sordu kravatlı adam. “Pasinler efendim”.
Uzun uzun sohbet ettiler,
yanlarındaki yiyecekleri bölüştüler. Genç adam Ankara’da başına gelen hadiseyi
de anlatmıştı müfettişe. Müfettiş üzüldü onun bu haline, ona söylemedi ama bir
şeyler yapmayı düşünüyordu içinden.
Nihayet Erzurum istasyonuna gelince yüksek perdeden düdüğünü öttürdü tren.
Müfettiş vedalaştı delikanlıyla, “Üzülme evlat, bunda da bi hayır vardır belki.
Hem dünya malı üzülmeye değmez canın sağ olsun, senin sağ salim eve gitmenden
başka ne ister annen” dedi son kez. “Sağ olun efendim çok iyi kalplisiniz
teşekkür ederim” dedi adama.
Pasinler’de indiğinde ikindi vakti serinliği çökmüştü güzel şehrin üstüne,
hemen köyün minibüsünün olduğu yere gitti elinde valiziyle. Köylülerle
tokalaştı, sarıldı selamlaştı. Eve geldiğinde annesi büyük bir sevinçle
karşıladı onu. Sarıldı sarıldı, hasretini boğarcasına, kederini yok edercesine
özlemini giderene kadar sarıldı. Büyük hazırlıklar yapmıştı annesi, en sevdiği
yemekleri yapmış, evin her yanını bayram yerine çevirmişti sanki kadıncağız.
“Yavrum neyin var, geldiğin günden beri canın
sıkkın moralin bozuk gibi, hayrola” dedi annesi taze demlediği, tarlaların
kenarlarında öbek öbek açan çiçeklerin kokusunu burnunda hissettiren çayından
doldururken. Köye geleli üç gün olmuş, delikanlı tarlaya, bağa bahçeye
koşturuyor annesinin işlerini hafifletiyordu. Ama aklında hep o talihsiz olay vardı,
bir türlü atamıyordu içinden.
“Bir şey yok, anne” diyecekti ama annesinin inanmayacağını biliyordu. Anlattı
bir bir, başına gelenleri. Hiçbir şeye üzülmüyordu da annesi için aldığı yüzüğe
çok içerliyordu. Anacığı başını öptü usulca, sarıp göğsüne dayadı. “Yavrum
benim, kara gözlüm, Yusuf yüzlüm senin eve sağ salim dönmenden, yanımda
olmandan başka ne isterim ben. Dünya malına üzülme, hem yarın bir gün avukat
olacaksın, büyük adam olacaksın o günlerini de göreyim bu bana yeter” dedi, sarıldı
ana oğul birbirine.
Ertesi gün muhtar geldi evlerine, köyün tek okuyanı o olduğundan ayrı bir saygı
görüyordu herkesten. Köylü bir karar alacağı zaman ona da danışır “Ne de olsa
mektep görmüş, hukuk bilir adamdır” diyerek ondan tavsiye isterdi. Muhtarla
birlikte çay içtiler, havadan sudan, köyden şehirden konuştular. Sonunda muhtar
elindeki zarif bir kutuyu ona verdi. Değerli bir kutu olmasa da içinde kıymetli
bir şey olduğu belli oluyordu. “Nedir bu?” diye sordu. Muhtar; “Bugün öğlene
doğru biri bizim minibüsçü Mehmet’e, sana vermesi için teslim etmiş bunu. Takım
elbiseli, düzgün tıraşlı biriymiş, adını filan söylememiş. Sen tanırsın belki”
Kutuyu koca bir merakla, hızlı hareketlerle açtı. Bir kâğıt düştü önce, sonra
bir küçük kuyumcu kutusu çıktı kutudan. Onu da açtı, yüreğinden bir volkanın
taşmasını andıran mutlu sıcaklık hissetti. Küçük kutunun içinden kaşlı bir burma
yüzük çıktı. Anacığı için aldığı yüzüğün aynısıydı hem de. Hemen yere düşen
kâğıda eğildi açtı, okudu. “Bu memleketin dürüst avukatlara, doktorlara,
öğretmenlere ihtiyacı var. Hırsızı kınama, onun yetiştiği sistemi düzeltmek
için çabala. Yüzüğe gelince ilerde avukat olunca, zor durumda kalan birine
yardım ettiğinde ödeşmiş olacağız.” En altta gönderen ismi yazıyordu. Muhtar
şaşkın şaşkın bir yüzüğe bir ona bakıyordu, o ise anlamıştı bu yüzüğü uzun tren
yolculuğunda tanıştığı müfettişin gönderdiğini.
Cüneyt Çolak